Sarıyerli balıkçıların feryadı

Sarıyerli balıkçıların feryadı
Cemal Beşkardeş Sarıyerli balıkçıların sorunlarını ilk ağızdan dinledi ve Sarıyerliler için kaleme aldı.

   CEMAL BEŞKARDEŞ / SARIYER MANŞET GAZETESİ  

Her yıl olduğu gibi, yeni avlanma sezonu başlar başlamaz, Rumelifenerli balıkçılar “vira bismillâh” çektikten sonra motorlarıyla Barınak’tan Karadeniz’e doğru birer birer açıldılar.

Yaz boyunca dur durak demeden ağlarını, takımlarını, teknelerini yeni sezona hazırlamışlardı. Denize açıldıkları 1 Eylül gününden beri, balıkçı motorlarından çoğu seferden Barınağa henüz geri dönmediler. Ya da dönemediler... 

Bu sene avlanma yasağı, yakın çevresinden birilerinin kendisini etkilemesi sonucunda bizzat Başbakan tarafından15 gün geç başlatılmıştı. Deneyimli balıkçılar bu iki haftalık hatalı ertelemenin balıkların üremelerini etkileyeceğini, balıklardaki azalmanın beş ila on yıl sonra dahi görülebileceğini ileri sürmekteydiler. 

Rumelifenerli balıkçılar, Karadenizli diğer meslektaşları gibi, yaz aylarında Ruma’nın (yem balıkları) bolca görülmesine bakarak bu av sezonunda palamut ve lüferin bol olacağına işaret ediyorlardı. Ayrıca son günlerde deniz suyu sıcaklıları 20 derece civarında seyrettiğinden bunu da palamut avının bereketli geçeceğine yoruyorlardı. Uzun sözün kısası, 2009/2010 avlanma sezonuna Rumelifenerli balıkçılar  umutlu bir başlangıç yapmışlardı. 

Ancak, balıkçı reislerimiz her zaman balık avcılığının denizlerdeki hava koşullarıyla yakından ilişkili olduğunu vurgularlar. İster sefere çıkarken olsun, ister balık avında iken olsun, onlar  mutlaka rüzgârları iyice gözlemlerler. Yaygın gözlemlere göre, doğudan esen gündoğusu rüzgarı, daha sonra karayele çevirirse denizde soğuk su tabakası oluşturur. Bu da su sıcaklığını 3-4 derece düşürür. Su sıcaklığının düşmesi de palamutun bölgede yaşamasını engeller. Eğer soğuk su tabakası bir ay kadar sürerse Karadeniz ’de palamut malamut olmaz. Karedeniz’de böyle bir tehlike her zaman vardır. 

Sarıyerlilerin yakından tanıdığı Yunus Reis elli gündür Karadeniz’de avlanıyor. Daha doğrusu avlanmaya çalışıyor, yaktığı mazotun ve harcadığı onca emeğin hakkını vermek uğruna... 

Özlemişim Reis’imizi. İyi ki şu cep telefonu denen aygıt var. İstersek açık denizlerdeki balıkçı dostlarımıza ulaşabiliriz (elbette cep telefonlarının çektiği yerlerde). Rüzgârın yatıştığı, güneşin pastırma yazın sürdürdüğü şu günde Reis’i aramayı düşünüyorum. O’nun Karadeniz’in sert poyrazlarının izini taşıyan boğuk sesini, zorluklarla dalga geçerken attığı şen kahkahalarını, balığın bollaştığı zamanlardaki keyifli telâşesini birden anımsıyorum. Bir iki denemeden sonra ulaştığım Yunus Reis ile cepten cebe sohbete başlıyoruz:

-Merhaba Reis, nasılsın, iyi misin? Doğrusu seni hepimiz çok çok özledik...

-Vaay Cemal Abim! Ne vefalı dostumuzsun sen. Sağol, biz iyiyiz, bir yaramazlık yok!

-Balık avınız nasıl gidiyor? Balık şu sıralarda bollaştı mı?

-Av fena sayılmaz, idare eder. Buna da şükredelim...

-Reis, açık söyle, beklediğin balığın yüzde kaçını avlayabildin 50 gündür?

-Abicim, aşağı yukarı yüzde otuz diyebilirim...

-Az değil mi bu miktar? Yeni sezon başlarken beklentileriniz daha yukarılardaydı.

-Haklısın Abicim, fırtınalar oldu, Avrupa’da, Balkanlarda seller oluştu, bunun ceremesini biz balıkçılar da çektik...

-Yahu Yunus Reis, biz eskiden yağmur bol olunca balık da bollaşır diye düşünürdük.

-Bu son âfetlerde durum değişikti Abicim. Seller Tuna’dan ve Karadeniz’e akan diğer nehirlerden tonlarca çamuru ve fırtınaların söktüğü ağaç kütüklerini, nice pislikleri Karadeniz’e doldurdu. Sular acayip bulanık oldu, balık sürüleri yönlerini şaşırdı, ağaç kütükleri ağlarımıza takılıp paramparça etti... Yani hepten perişan olduk, ayvayı yedik... Balığı bırakıp mal ve can derdine düştük senin anlayacağın Abicim...

-Geçmiş olsun sevgili Reis’im, inşallah bundan sonra havalar ve durumlar düzgün gider, siz de bol bol avlanırsınız. Yüce Mevlâya ettiğim dualarımda siz balıkçı kardeşlerim de varsınız...

-Sağol Abim, Allah dualarını kabul etsin!

-Yunus Reis şimdi neredesin? Hangi sulardasın?

-Biz 50 gündür İğneada’da bulunuyoruz. Senin anlayacağın evimize, çoluk çocuğumuza bunca zamandır hasretiz...

-Ne zaman Sarıyer’e dönmeyi düşünüyorsun?

-Abim, hiç belli olmaz yani. Bakarsın balık birden bollaşır biz yine devam deriz. Bakarsın bu seferlik kısmet bu kadarmış der, hemen yuvaya döneriz... Döner dönmez de seni ararım canım Abim, çok özledim seni yani...

-Ben de seni Reisim, ben de seni... Allahın izniyle her şey gönlünce olur, seni de sağlık ve esenlik içinde karşılarız tez zamanda inşallah. Haydi bakalım 3 kere “rastgele, rastgele, rastgele”. Sağlıcakla kal!

-Eyvallah, Abicim, sağol!

Karadeniz’in Trakya’daki uç noktalarını bilmeyenler ve oralara gitmeyenler için hemen ilâve edeyim: İğneada ada değildir. Oraya “Ülkenin bittiği yer” denilir. Kırklareli’nin Demirköy İlçesine bağlı, göz alabildiği kadar kilometrelerce uzanan kumsalı olan bir sahil beldesidir. Hemen yakınındaki Beğendik Köyü’nün kumsalından Bulgaristan’ın Rezova Köyü’nü görebilirsiniz. Çevresindeki o yemyeşil ormanlık alanları, sazlıklarla kaplı gölleri ve 20 km’ye ulaşan olağanüstü güzellikteki kumsalıyla adeta cennetten bir köşedir İğneada.

Yeri gelmişken söyleyeyim, İğneada’nın esas balık mevsimi, eskilerin “kestane karası fırtınası” diye adlandırdıkları, hırçın rüzgârların estiği, kumsalları bembeyaz köpüklü dalgaların dövdüğü Eylül ayının son günlerindeki fırtınalardan sonra başlar. Palamut, işte o fırtınadan sonra gerçek palamut lezzetine gelir. 

Hatırlarsanız, Ekim ayı geldiğinde, 10 yıl öncesine kadar Sarıyer Balıkçılar Çarşısı’ndaki tezgâhlarda 60-70 çeşit kadar balık satılırdı. O yıllarda tezgâhlara kasalarla getirilip konulan kırlangıç balığını şimdi artık fotoğraflarla hatırlıyor gençler. Kıyıdan oltayla yakalanan bazı balık çeşitlerini ise ansiklopedilerde görüyoruz.

Büyükdere’deki Topçular Balıkçısı’nın ortağı Ahmet Reis, “on yıl önce tezgâhımıza koymadığımız balıkları şimdi müşteriye tavsiye etmek zor geliyor. Çeşitler çok azaldı. Kırlangıç, uskumru, lagos, kalkan, kofana, torik gibi balıklar çok az çıkıyor. Artık müşterilerimiz de kırlangıç ya da kofana sormuyor olmadığından. Yerine çinekop, istavrit, lüfer veriyoruz” diyor.

Palamutun tanesi Sarıyer, İstinye ve Yeniköy’de 20 TL’den satılmakta. Lüferin tanesi 10 TL, Çinekopun kilosu 10-12 TL, mezgit 12 TL, levrek 15 TL, istavrit 10 TL, hamsi 5 TL’den gidiyor. Pahalı balıklardan barbunya 40 TL, kalkan 60 TL kilo fiyat etiketleriyle satılıyor.

Bazı yetkililer palamudun Karadeniz’deki kara sularımıza ve Boğaz’a gelemeyişini sularımızın ısısının yüksek oluşuna bağlıyorlar (Bazı yüksek tirajlı gazetelerin haberlerine bakınız!). Şayet bu tez doğru olsaydı, soğuk su balıklarından çinekop ve lüferler şu sıralarda Karedeniz’de, hatta Marmara’da dahi avlanabilir miydi? Lüfer çeşitleri katavaşya  ile Boğaz’dan Marmara’ya kadar inebilmiş ise bu tez doğru olamaz. Bu nedenle şu sonuca varabiliriz:

Palamut balığı Karadeniz’de sezon başında düşünüldüğü kadar fazla değildir!

Üzülerek belirtmeliyiz ki, sezon açılmadan kaçak balıkçılık yapanlar uzatmalarla, kör ağlarla yavru halindeki ufak palamutları bolca yakaladılar. Kimse ses çıkarmadı... Şu sıralarda uzatma ağları gırgır motor sayısını geçti bile. Ağ uzunlukları da 1200-1500 metreye ulaştı. Söylendiğine göre, balıkçılıkta esas tehlike, troldan daha zararlı olan ve sayıları tam olarak saptanamayan “uzatma teknelerinin” kullandıkları ağların aşırı artışında yatıyor... Bu “Uzatma Tekneleri ve ağları” Karadeniz’in bir ucundan öteki ucuna dek uzanıyor, yani İğneada’dan Trabzon’a kadar... Varın hesabını siz yapınız, balıkçılığımızı tehdit eden durumları ortaya koyunuz.

Balıkçıların önünde doğa koşulları kadar kamu yönetiminin de koyduğu engeller var. Örneğin, balıkçıların denize çıkabilmeleri için tam 18 adet bürokatik belgeyi hazır etmeleri gerekiyor. Bunların arasında gemici belgeleri, telsiz belgeleri, telsiz kullanma ehliyeti vb. sayabiliriz.

Geçenlerde Sarıyer Meydanı’nda bir balıkçı ile bir minibüs sahibi esnafın arasındaki ayaküstü sohbete tanık olmuştum. Minibüsçü, içinde bulunduğu yol ve trafikteki koşullardan şikâyetçi idi. Balıkçı reisi hemen sözü ağzına tıkayıverdi minibüsçünün: “Bak hele Şükrü Kardeşim, sen Allah’ına şükret! Benim şu koca motoru ve balıkçılıkta kullandığım ağları, takımları tam yedi yılda, yaklaşık bir buçuk milyon Türk Lirası harcayarak elde ettim. Çok ciddi bir teklifte bulunuyorum sana: Ver şu senin Taksim-Sarıyer hatlı minibüsünü, al şu benim bir buçuk trilyonluk teknemi ve takımlarımı!”

Bu arada okurlarımla paylaşayım, hatlı minibüsün plaka rayiç fiyatının yaklaşık 700 bin TL,
aylık net kazancı da aşağı yukarı 5 bin TL’dir. Bu hesapça, balıkçı esnafı minibüs-taksici esnafıyla karşılaştırıldığında, hem daha büyük bir sermaye yatırımı yaptığı hem de daha düşük net gelirlerle yetinmek zorunda kaldığı açıkça anlaşılmaktadır.

Sürç-ü lisân ettiysek affola! Biz yalnız Sarıyerli balıkçıların feryadını cümle âleme duyurmak istedik...

Bu haber toplam 2134 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
1 Yorum