Sarıyerli yazar Ulaş Nikbay'ın ikinci eseri AORT

Sarıyerli yazar Ulaş Nikbay'ın ikinci eseri AORT
Sarıyer’de yaşayan şair Ulaş Nikbay’ın ikinci şiir kitabı; Temmuz 2016’da Piera Kitap’tan yayınlandı.

Kitap, Sarıyer Merkez’de bulunan Ünaldı Kitabevi’nden veya internetteki kitap satış siteleri üzerinden temin edilebilmekte.

Kitaptaki anlatımla kendisinin özgeçmişini alıntılamak istiyorum. “1976’da İstanbul’da doğdu. 2001 yılında 9.Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü sayesinde, 2002 yılında “Gülüşlerinin Sonbaharında Ağlardım” isimli bir şiir kitabı basıldı. Sonraki dönemde Kuzeyyıldızı Edebiyat Dergisi’ni çıkaran yazın grubu içinde yer aldı. İlk dönem şiirleri, 2008 yılına kadar çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlandı. Ardından yaklaşık 6 yıl sürecek ilk dönem şiirinden kopma süreci yaşadı. Poetik ölümü, ilk meyvesini 2014 yılında “Aort” şiir dosyasının oluşmaya başlaması ile verdi. 2016 Nisan ayında dosyayı tamamladı. Çeşitli edebiyat dergilerinde şiirleri ve öyküleri yayınlanmaya devam ediyor.” Kendisine yeni kitabıyla ilgili sorular yönelttim.

ulas-akbay-aort.jpg

Didem Görkay: Aort, tek bir şiirden oluşuyor. Yazmak istediklerinizi tek bir şiirle anlatmak oldukça zor olmalı bir şair için. Neden bunu tercih ettiniz? Aort’u oluşturma süreciniz nasıl oluştu, nasıl evrildi? Uzun yıllara yayılan bir çalışma izlenimi uyandırdı bende. Yanılıyor muyum?

Ulaş Nikbay: On beş sene sonra yayınlanan ikinci şiir kitabım; “AORT-Anjiyo, Anevrizma, Diseksiyon, Rüptür”, dört ana bölümlü tek bir nehir şiirden oluşuyor. Zorluk… Bu şiirin ilk harfine bile varmam çok uzun sürdü. Dergilerde şiirlerimin yayınlamaya başladığı 2000’li yılların başlarını düşünürsek; şiirde gittiğim yol, yöntem, yer, her şey köklü şekilde değişti. 2001’de yayınlanan ilk kitabımın kapağında her ne kadar 9. Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü yazsa da, o poetik açıdan ölmüş bir şairin kitabıdır. O ilk kitabımdaki dilin peşinden en fazla altı sene kadar gittim. O dile baktığımda “olmamış” ama arayışta olan bir dilmiş diye değerlendiriyorum. Üç filiz vermiş bir dil; Attila İlhan, Ahmet Telli, İlhan Berk. Bu filizlerden biri büyüyebilirdi ve oradan devam edebilirdim. Ancak öyle olmadı. Sonradan bazı gerçekleri kendim görüp bırakmayı bildim. Bunların farkına vardıracak yapıcı bir eleştiri ortamı da yok şiirimizin. Az sayıda yapılan değerlendirmelerden bazıları da çok kırıcı oldu. Eleştiriyi, elindeki sopayı bir genç şairin kafasında parçalamak gibi kullanan özellikle iki isim vardı ki o zaman onlara sadece öfkelenmiştim. Söylemek istedikleri şeyi daha yapıcı ifade etseler, belki ben de onlardan yararlanacaktım. Özellikle 2008 yılı önemlidir. O yıl kendi şiirime dönük farkındalık kazanma düzeyim arttı.  Kendini tekrar eden, dilde yeni bir şey ortaya koyamayan, o öykünmeci dil beni rahatsız etmeye başladı. Sonra birden dergilerden ve adımın geçtiği her yerden çekildim. Uzun yıllar geri dönmeyi de düşünmedim. 2014 yılında bir ağacın altında otururken kafamı yukarı kaldırmamla başladı her şey. Ağaçların dallarına bakarken ağzımdan sesli olarak dökülen o ilk dizelerle; “kalb’in bir rahim/ sen embriyosun”… Bu dizeler bana tünelin ucundaki ışığı müjdelemişti. O anda anlamıştım farklı ve derin bir yolculuğun başladığını. Ama sabır isteyen bir yolculuk; evet “zor” bir yolculuk…  Uzun süre notlar alarak devam ettim. Aldığım notlar kimi zaman beni de şaşırtan yeni bir dili müjdeliyordu. Metnin kendini bu şekilde yazdırmaya zorladığını söyleyebilirim. Notlar almak bile, benim ilk dönemimdeki yazın tecrübemden farklı bir şeydi. Alınan tüm bu notların olsa olsa tek bir nehir şiirin bölük bölük gelen parçaları olduğunu anlamam biraz vakit aldı. Bunu anlamam da önemli bir kırılma noktası oldu. Bir buçuk sene debelendim metnin içinde. Kaç kere değiştiğini saymak mümkün değil. Tek bir harfi değiştirmeye gerek olmadığını hissedinceye kadar çalıştım üzerinde. Bu deneyim, bana da çok şey öğretti. Tematik bütünlüklü nehir şiirler, umarım ki kendini bana açmaya devam etsin.

Didem Görkay: Aort’ta adeta dili oyun hamuru gibi şekillendiriyorsunuz. Bunun kaynağı nedir?

Ulaş Nikbay: Çocukların oynadığı, benim de oğlumla birlikte bir zamanlar çok oynadığım ve elimizde evire çevire sürekli yeni bir şeyler yaptığımız o renkli, yumuşak, sevimli şeylerden bahsediyorsunuz ve bu çok iyi bir benzetme. Oyun hamurundan dil yapmak bu kadar ilgi uyandırmazdı sanırım. Şekillerden biri olurdu sadece. Ama dili, oyun hamuru gibi kullanmak size de çekici gelmiyor mu? İşte o dille yeni bir dünya kurabilirsiniz. Bir masa, bir sandalye yapayım size. Öyle ayakta kalmayınız. Sandalyeye oturursunuz. Elinizdeki defteri masaya koyarsınız. Kaleme ihtiyacınız varsa onu da yaratırım son dizede. Yeni bir dünyadan bahsediyorum burada. Ne o bildiğimiz masadan, ne de o bildiğimiz sandalyeden ve kalemden bahsediyorum. Çünkü onların her birinin alt anlamları olacak. Siz belki de masaya oturup, defterinizi kalemin üzerine koyacak ve ona sandalyeyle yazacaksınız. Bunu size gerçek dünya sağlayamaz. O oyun hamuru dediğiniz dilin kapısını bana açtığını düşünüyorum. Bu sorunuzla buna hak vermeniz beni memnun etmiştir. Ama yolun başında olduğumu da biliyorum. Varlığımı fiziken sisleyecek kadar esnesin istiyorum çünkü. İşte bu anlayışımda ve isteğimde bunun kaynağı.

Didem Görkay: Kitabınızın adı da içerisinde yer alan dizelerde de çok fazla tıbbi terim var. Okuyucuyu araştırmaya iten bu terimleri kullanırken neler geçti aklınızdan?

Ulaş Nikbay: Kitabın adı, dört ana başlığı ve bu ana başlıkların alt başlıkları tıbbi terimlerdir. Bunları sıralarsak; aort, anjiyo, anevrizma, anjiografi, greft, replase, diseksiyon, cidar, stent, rüptür ve dizelerde geçen belki biraz daha tıbbi terim. Şimdi böyle söyleyince doksan altı sayfalık bir kitapta çok fazla olduğunu düşünmüyorum. Sizi öyle düşündüren; bulunduğu yerlerin önemidir. Özellikle başlıkların tıbbi terimlerden oluşması, tüm kitabı kapsadığı izlemini yaratmış olabilir. Kitap elbette bir tıp kitabı değil. Bir toplumsal doku ameliyatı diyelim buna. Kitabın içeriği, bütünüyle toplumsal sorunlara ilişkin bir analiz ve müdahaleyi kapsıyor. Başlıktaki her tıbbi terimin metinde karşılığı var. Okuyucunun biraz bunları kendi çözmesini istediğim doğrudur. Ama bendeki çıkış verisine ulaşması şart değil. Kendi ulaştığı yere de salıncak kurabilir veya isterse boşlukta keyifle sallanıyorsa orada da sallanabilir. Ben bu terimlerle tek bir insanın dokusuna değil toplumun dokusuna dokunmak istedim. Ama okur da çözemediği yerde bildiğini okusun. Şiir; bir çağrışım meselidir.

Didem Görkay: Hangi şairlerle kendinizi yakın akraba olarak görüyorsunuz? Kendinize yakın hissettiğiniz şairler var mı?

Ulaş Nikbay: İlk sorunuzda andığım isimleri artık sayamayacağım. Üçü de çok sevdiğim şairler ama akraba olduğum şairler değiller artık. Doğrusu sevdiğim şairler var. Çok da farklı isimler. Çok da farklı anlayışlar… Her biri ayrı şiir adaları. Şimdi ben de kendimi nihayet bir yerlerle kıyı bağlantısı olmayan bir adacık olarak görüyorum. Annemden adacık doğdum, Adalar’da bir kayacık olacağıma olursam bir ada olayım. Bunu şiirden diledim. Bu dili bir ada yapmak niyetim. Nehir şiirlerinden ötürü Mayakovski yakın akrabandır diyen değerli şair Hüseyin Peker’dir. Ama tüm boyutlarıyla bu akrabalık tartışılır. Çünkü biraz daha derin bakılınca; dilimde ironik, lirik, mistik, toplumcu gibi pek farklı şeyler göreceksiniz. Şiirimin kendine has kaotik bir yapısı olduğunu düşünüyorum. O halde bunu okurlara ve şiir eleştirmenlerine bırakıyorum. Ben üçüncü bir gözden şiirime ilişkin yeni bir şey öğrenebiliyorum. Buna açık biriyim. Bunu öğrenmeyi de öğrendim.

Didem Görkay: Birçok dizede günümüz sorunlarına ve yaşadığımız çağa göndermeler yapıyorsunuz. Bir şair toplumla olan bağlarını sağlamlaştırmadığı zaman unutulup gider diye mi düşünüyorsunuz?

Ulaş Nikbay: Böyle bir düşünceyle şiir kurmuyorum. Bir ön kabulüm yok. Şiirin kendi serüvenidir bu. Beni de peşinden sürüklemiştir. Ben onun serüvenini aktarmaya çalışıp ona yardımcı oldum. Çok çalışarak onu bir estetiğe kavuşturdum. Peki o kimdi? Ben de onu tanımaya çalışıyorum. Ama şunu söylerim; çağının dışında yaşayan biri olabilir mi? Bu mümkün değil. Peki toplumunun dışında yaşayan biri olabilir mi? Bu da mümkün değil. Mesela ben dün Ortaçağ İngiltere’sinde yaşamayı istedim, denedim olmadı. İşte o yüzden Aort’tan dizelerle bırakayım buradaki meseli; “klavye dedik karanfil dedin/ modem dedik morsalkım dedin/ çağa tanık değildin aordu/ sana in’dirdik”

Didem Görkay: “Hayat cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalık” diyorsunuz kitabınızda. Bunu biraz açıklar mısınız? Hayat nedir bir şair için.

Ulaş Nikbay: O, bir göndermedir ilgili dizelerde. Kanserle mücadele eden birinin mücadelesini konu alan bir filmdi. Orada geçiyordu söz. Filmin adını hatırlamıyorum. Yıllar oldu. Ancak filmden şöyle diyaloglar hatırlıyorum; “Başıma hayat geldi”, “Herkesin başına gelir hayat” Sizin alıntıladığınız sözü de bu filmden hatırlıyorum. Sözün kime ait olduğunu araştırınca Jacques Dutronc olduğunu gördüm. Eğlenceli şarkıları varmış. Anlama gelecek olursak; cümlede yanlış bir şey göremiyorum. Hayatımız anne ve babamızın cinselliğiyle bize bulaşıyor. Sonunda öldüğümüze göre, bir hastalık olmalı hayat. Ölümden henüz kurtuluş olmadığına göre, üstelik son derece öldürücü bir hastalık. İnsanlık, ölümsüzlüğü bulursa hayatı tedavi etmiş olur. Bu ise hayatın doğasına aykırı. Ama insanlığın her şeyi doğasından çıkarmaya bir eğilimi olduğunu söyleyebilirim. Bilmiyorum yani…. Hayat nedir şair için? Her insan için farklıysa her şair için de farklı olsa gerek. Benim için hayat ki Aort kitapta da geçer; dört şeyin toplamıdır. Çünkü; “gün gelecek/ dört kişi gireceksin/ mezarına çocukluğun/ gençliğin dil’in ve bu üç’ünü götürdüğün kend’in”

Teşekkür ederim güzel sorularınız için… 

Bu haber toplam 5631 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT